Bir zamanlar, çok uzak bir ülkede, tüm girişimlerinde çok başarılı olan ve muazzam derecede zengin bir tüccar yaşarmış. Ancak altı oğlu ve altı kızı olduğu için, parasının hepsinin alışkın oldukları gibi hayal ettikleri her şeye sahip olmalarına izin vermeye yetmediğini fark etmiş.
Fakat bir gün başlarına hiç beklenmedik bir talihsizlik geldi. Evlerinde yangın çıktı ve evleri içindeki tüm görkemli mobilyalar, kitaplar, resimler, altın, gümüş ve değerli eşyalarla birlikte hızla yanıp kül oldu ve bu sıkıntılarının sadece başlangıcıydı. O ana kadar her yönden refah içinde olan babaları birdenbire korsanlar, gemi kazası ya da yangın nedeniyle denizdeki tüm gemilerini de kaybetti. Sonra uzak ülkelerdeki tümüyle güvendiği kâtiplerinin sadakatsiz olduklarını duydu ve sonunda büyük bir zenginlikten büyük bir yoksulluğa düştü.
Elinde kalan tek şey, yaşadığı kasabadan en az yüz fersah uzakta, ıssız bir yerde küçük bir evdi ve bu kadar farklı bir hayat sürme fikriyle umutsuzluğa kapılan çocuklarıyla birlikte buraya çekilmek zorunda kaldı. Gerçekten de kızları ilk başta, zenginken çok sayıda olan arkadaşlarının, artık bir evleri olmadığı için evlerinde kalmaları konusunda ısrar edeceklerini umdular. Ama çok geçmeden yalnız kaldıklarını, hatta eski dostlarının başlarına gelen talihsizlikleri kendi savurganlıklarına bağladıklarını ve onlara herhangi bir yardımda bulunmaya niyetli olmadıklarını gördüler.
Böylece onlara, karanlık bir ormanın ortasında duran ve yeryüzündeki en kasvetli yer gibi görünen kulübeye gitmekten başka bir şey kalmadı. Hizmetçi tutamayacak kadar fakir olduklarından, kızlar köylüler gibi çok çalışmak zorundaydı ve oğulları da geçimlerini sağlamak için tarlaları ekip biçiyordu. Kaba saba giyinmiş ve en basit şekilde yaşayan kızlar, eski hayatlarının lüks ve eğlencelerine özlem duyuyorlardı; sadece en küçüğü cesur ve neşeli olmaya çalışıyordu.
Babasının başına bu talihsizlik geldiğinde o da herkes kadar üzülmüştü, ama kısa sürede doğal neşesini geri kazanarak her şeyin en iyisini yapmaya, babasını ve kardeşlerini elinden geldiğince eğlendirmeye ve kız kardeşlerini dans edip şarkı söyleyerek kendisine katılmaya ikna etmeye çalıştı. Ama onlar böyle bir şey yapmadılar ve kız kendileri kadar hüzünlü olmadığı için, bu sefil hayatın ona uygun olduğunu söylediler. Ama o gerçekten de onlardan çok daha güzel ve akıllıydı; gerçekten de o kadar güzeldi ki, ona her zaman Güzel denirdi.
İki yıl sonra, hepsi yeni hayatlarına alışmaya başlamışken, huzurlarını bozacak bir şey oldu. Babaları, kaybolduğuna inandığı gemilerinden birinin zengin bir yükle sağ salim limana geldiği haberini aldı. Bütün oğulları ve kızları hemen yoksulluklarının sona erdiğini düşündüler ve hemen kente doğru yola çıkmak istediler. Ancak daha sağduyulu olan babaları biraz daha beklemelerini rica etti ve hasat zamanı olmasına ve kendisini bağışlayamayacak olmasına rağmen, soruşturma yapmak için önce kendisi gitmeye karar verdi. Sadece en küçük kızın, yakında eskisi kadar zengin olacaklarından ya da en azından yeniden eğlence ve neşeli arkadaşlar bulabilecekleri bir kasabada rahatça yaşayacak kadar zengin olacaklarından şüphesi yoktu. Böylece hepsi de babalarına, satın alması için bir servet gereken mücevherler ve elbiseler sipariş ettiler; sadece Güzel, bunun hiçbir işe yaramayacağından emin olduğu için hiçbir şey istemedi. Onun sessizliğini fark eden babası şöyle dedi: “Peki sana ne getireyim Güzelim?”
“Tek dileğim senin sağ salim eve döndüğünü görmek,” diye cevap verdi.
Ama bu kız kardeşlerinin canını sıktı, böyle pahalı şeyler istedikleri için onları suçladığını sandılar. Babası ise çok memnun oldu, ama babası bu yaşta güzel hediyelerden hoşlanması gerektiğini düşündüğü için ona bir şeyler seçmesini söyledi.
“Peki sevgili babacığım,” dedi, “madem bu kadar ısrar ediyorsun, bana bir gül getirmeni rica ediyorum. Buraya geldiğimizden beri hiç gül görmedim ve onları çok seviyorum.”
Böylece tüccar yola koyuldu ve mümkün olduğunca çabuk şehre ulaştı, ancak eski yol arkadaşlarının onun öldüğüne inanarak geminin getirdiği malları aralarında paylaştıklarını gördü. Altı ay süren sıkıntı ve masraftan sonra kendini başladığı zamanki kadar fakir buldu, sadece yolculuk masraflarını karşılayacak kadar para toplayabilmişti. Daha da kötüsü, kentten çok kötü bir havada ayrılmak zorunda kalmış, evinin birkaç fersah yakınına geldiğinde soğuktan ve yorgunluktan neredeyse bitkin düşmüştü. Ormandan geçmenin birkaç saat süreceğini bilmesine rağmen, yolculuğunun sonuna gelmeyi o kadar çok istiyordu ki, devam etmeye karar verdi. Ancak gece onu yakaladı ve yoğun kar ve acı ayaz, atının onu daha fazla taşımasını imkânsız hale getirdi. Tek bir ev bile göremedi; bulabildiği tek sığınak büyük bir ağacın kovuğuydu ve o güne kadar gördüğü en uzun gece boyunca orada kaldı. Yorgunluğuna rağmen kurtların uluması onu uyanık tutuyordu ve sonunda gün ağardığında bile durumu pek iyi değildi, çünkü yağan kar her yolu kaplamıştı ve hangi yöne döneceğini bilmiyordu.
Sonunda bir patika buldu, patika başlangıçta o kadar engebeli ve kaygandı ki çoğu kez düştü, ancak kısa süre sonra kolaylaştı ve onu görkemli bir kalede sona eren bir ağaç yoluna götürdü. Tamamen portakal ağaçlarından oluşan, çiçek ve meyvelerle kaplı bu caddeye hiç kar yağmamış olması tüccara çok garip gelmişti. Şatonun ilk avlusuna ulaştığında önünde akik taşından yapılmış basamaklar gördü, basamakları çıktı ve görkemli bir şekilde döşenmiş birkaç odadan geçti. Havanın hoş sıcaklığı onu canlandırdı ve çok acıktığını hissetti ama tüm bu büyük ve görkemli sarayda kendisine yiyecek bir şeyler vermesini isteyebileceği hiç kimse yok gibiydi. Her yerde derin bir sessizlik hüküm sürüyordu ve sonunda boş odalar ve galeriler arasında dolaşmaktan yorulunca, diğerlerinden daha küçük bir odada durdu, burada berrak bir ateş yanıyordu ve bir sedir ona yakın bir yere çekilmişti. Bunun beklenen biri için hazırlanmış olması gerektiğini düşünerek, o gelene kadar beklemek üzere oturdu ve çok geçmeden tatlı bir uykuya daldı.
Birkaç saat sonra aşırı açlığı onu uyandırdığında, hâlâ yalnızdı; ama üzerinde güzel bir akşam yemeği bulunan küçük bir masa ona yakın bir yere çekilmişti ve yirmi dört saattir hiçbir şey yemediği için, her kim olursa olsun, onu ağırlayan kişiye teşekkür etme fırsatı bulabileceğini umarak yemeğine başlamakta hiç vakit kaybetmedi. Ama kimse görünmedi ve tamamen dinlenmiş olarak uyandığı bir başka uzun uykudan sonra bile, dirseğinin dibindeki küçük masada zarif kekler ve meyvelerden oluşan taze bir yemek hazırlanmış olmasına rağmen kimseden bir iz yoktu. Doğuştan ürkek olduğu için bu sessizlik onu korkutmaya başlamıştı ve bütün odaları bir kez daha aramaya karar verdi ama bunun bir yararı olmadı. Bir hizmetçi bile görünmüyordu; sarayda hiçbir yaşam belirtisi yoktu! Ne yapması gerektiğini düşünmeye başladı. Gördüğü tüm hazineler kendisininmiş gibi davranarak ve onları çocukları arasında nasıl paylaştıracağını düşünerek kendini eğlendirdi. Sonra bahçeye indi. Başka her yerde kış olmasına rağmen burada güneş parlıyor, kuşlar ötüyor, çiçekler açıyordu, hava yumuşak ve tatlıydı. Tüccar gördükleri ve duydukları karşısında kendinden geçerek kendi kendine şöyle dedi:
“Bütün bunlar benim için olmalı. Hemen gideceğim ve çocuklarımı da getirip tüm bu güzellikleri onlarla da paylaşacağım.”
Şatoya vardığında çok üşümüş ve yorgun olmasına rağmen atını ahıra götürmüş ve karnını doyurmuştu. Şimdi eve dönüş yolculuğu için onu eyerleyeceğini düşündü ve ahıra giden patikadan aşağı döndü. Bu yolun her iki yanında güllerden oluşan bir çit vardı ve tüccar daha önce hiç bu kadar güzel çiçekler görmediğini ya da koklamadığını düşündü. Bu çiçekler ona Güzel’e verdiği sözü hatırlattı ve tam durup ona götürmek üzere bir tane almıştı ki arkasından gelen garip bir sesle irkildi. Arkasına döndüğünde korkunç bir Canavar gördü, çok kızgın görünüyordu ve korkunç bir sesle şöyle dedi:
“Güllerimi toplayabileceğini sana kim söyledi? Sarayımda bulunmana izin vermem ve sana iyi davranmam yetmedi mi? Minnettarlığını böyle mi gösteriyorsun, çiçeklerimi çalarak! Ama bu küstahlığın cezasız kalmayacak.” Bu öfkeli sözler karşısında dehşete kapılan tüccar ölümcül gülü bıraktı ve dizlerinin üzerine çökerek ağladı: “Affedin beni, asil beyefendi. Misafirperverliğiniz için size gerçekten minnettarım, o kadar muhteşemdi ki, bir gül gibi küçük bir şeyi almamdan rahatsız olacağınızı düşünemedim.” Ama Canavar’ın öfkesi bu sözlerle azalmadı.
“Bahanelere ve dalkavukluğa çok hazırsın,” diye bağırdı, “ama bunlar seni hak ettiğin ölümden kurtaramayacak.”
“Yazık!” diye düşündü tüccar, “kızım benden istediği gülün beni nasıl bir tehlikeye attığını bir bilse!”
Çaresizlik içinde kalan adam Çirkin’e tüm talihsizliklerini ve yolculuğunun nedenini anlatmaya başladı, Güzel’in isteğinden bahsetmeyi de unutmadı.
“Bir kralın fidyesi bile diğer kızlarımın isteklerini zor karşılardı,” dedi: “Ama en azından Güzel’e istediği gülü götürebileceğimi düşündüm. Beni affetmen için yalvarıyorum, çünkü kötü bir niyetim olmadığını görüyorsun.”
Çirkin bir an düşündü ve daha az öfkeli bir ses tonuyla şöyle dedi:
“Seni tek bir şartla affedeceğim, o da bana kızlarından birini vermen.”
“Ah!” diye bağırdı tüccar, “çocuklarımdan birinin hayatı pahasına kendi hayatımı satın alacak kadar zalim olsaydım bile onu buraya getirmek için nasıl bir bahane uydurabilirdim?”
“Hiçbir mazerete gerek yok,” diye cevap verdi Canavar. “Gelecekse bile kendi isteğiyle gelmeli. Başka hiçbir koşulda onu kabul etmem. Bak bakalım içlerinden biri yeterince cesur mu ve gelip hayatını kurtaracak kadar seni seviyor mu? Dürüst bir adama benziyorsun, bu yüzden eve gideceğine güveniyorum. Kızlarından herhangi birinin seninle geri dönüp burada kalıp seni serbest bırakıp bırakmayacağını görmek için sana bir ay süre veriyorum. Eğer hiçbiri istemezse, onlara sonsuza dek veda ettikten sonra tek başına gelmelisin, çünkü o zaman bana ait olacaksın. Sakın benden saklanabileceğini düşünme, çünkü sözünü tutmazsan gelip seni alırım!” diye ekledi Canavar acımasızca.
Tüccar bu teklifi kabul etti, ancak kızlarından herhangi birini gelmeye ikna edilebileceğini düşünmüyordu. Belirlenen zamanda döneceğine söz verdi ve sonra Canavar’ın huzurundan kaçmak için endişeli bir şekilde hemen yola çıkmak üzere izin istedi. Ama Canavar ertesi güne kadar gidemeyeceğini söyledi.
“O zaman senin için hazır bir at bulacaksın,” dedi. “Şimdi git ve yemeğini ye ve emirlerimi bekle.”
Zavallı tüccar, yaşamaktan çok ölmüş bir halde odasına geri dönmüş. Alev alev yanan ateşin önüne kurulmuş küçük masada çok lezzetli bir akşam yemeği hazırmış. Ama zavallı tüccar yemek yiyemeyecek kadar korkmuştu ve emirlerine itaat etmezse Canavar’ın kızacağından endişe ettiği için yemeklerden sadece birkaçının tadına baktı. Yemeğini bitirdiğinde yan odadan gelen büyük bir gürültü duydu ve bunun Canavar’ın geldiği anlamına geldiğini anladı. Ziyaretinden kaçmak için hiçbir şey yapamayacağından, geriye kalan tek şey mümkün olduğunca az korkmuş görünmekti. Böylece Canavar göründüğünde ve kabaca iyi yemek yiyip yemediğini sorduğunda, tüccar alçakgönüllülükle ev sahibinin nezaketine teşekkür ettiğini söyledi. Sonra Canavar onu anlaşmalarını hatırlaması ve kızını tam olarak beklemesi gereken şey için hazırlaması konusunda uyardı.
“Yarın sakın kalkma,” diye ekledi, “güneşi görene ve altın çanın çaldığını duyana kadar bekle. O zaman kahvaltını burada bulacaksın ve bineceğin at da avluda hazır olacak. Ayrıca bir ay sonra kızınızla birlikte geldiğinizde sizi tekrar geri götürecek. Elveda. Güzel’e bir gül götür ve verdiğin sözü unutma!”
Tüccar, Çirkin’in gitmesine çok sevindi ve üzüntüden uyuyamasa da güneş doğana kadar yattı. Sonra acele bir kahvaltıdan sonra Güzel’in gülünü almaya gitti ve atına bindi, at onu o kadar hızlı götürdü ki bir anda saray gözden kayboldu. Kulübenin kapısının önünde durduğunda kasvetli düşüncelere dalmıştı.
Uzun süredir yokluğundan çok rahatsız olan oğulları ve kızları, onu görkemli bir ata binmiş ve zengin bir mantoya sarınmış olarak gördüklerinde olumlu olacağını düşündükleri yolculuğunun sonucunu öğrenmek için sabırsızlanarak onu karşılamaya koştular. Tüccar ilk başta gerçeği onlardan sakladı, sadece üzgün bir şekilde Güzel’e gülü verirken şöyle dedi:
“İşte sana getirmemi istediğin şey, neye mal olduğunu bir bilsen.”
Bu onların merakını öylesine uyandırdı ki, bir süre sonra onlara başından geçen maceraları baştan sona anlattı ve işte o zaman hepsi de çok mutsuz oldu. Kızlar kaybolan umutları için yüksek sesle ağıtlar yaktılar ve oğullar babalarının bu korkunç şatoya geri dönmemesi gerektiğini söylediler ve eğer onu almaya gelirse Canavar’ı öldürmek için planlar yapmaya başladılar. Ancak babaları onlara geri döneceğine dair söz verdiğini hatırlattı. O zaman kızlar Güzel’e çok kızdılar ve tüm bunların onun suçu olduğunu, eğer mantıklı bir şey isteseydi bunların asla olmayacağını söylediler ve onun aptallığının cezasını çekmek zorunda kaldırdıkları için yakındılar.
Çok üzülen zavallı Güzel onlara şöyle dedi:
“Gerçekten de bu talihsizliğe ben neden oldum, ama sizi temin ederim ki bunu masumca yaptım. Yazın ortasında bir gül istemenin bu kadar acıya neden olacağını kim tahmin edebilirdi ki? Ama bu kötülüğü ben yaptığıma göre, bunun cezasını benim çekmem gerekir. Bu nedenle babamın sözünü tutmak için onunla birlikte geri döneceğim.”
İlk başta kimse bu anlaşmayı duymak istemedi ve onu çok seven babası ve kardeşleri hiçbir şeyin onu bırakmalarına neden olamayacağını söylediler ama Güzel kararlıydı. Zaman yaklaştıkça tüm küçük eşyalarını kız kardeşleri arasında paylaştırdı ve sevdiği her şeyle vedalaştı ve ölümcül gün geldiğinde, onu geri getiren ata birlikte binerlerken babasını cesaretlendirdi ve neşelendirdi. At dörtnala gitmekten çok uçuyor gibiydi, ama o kadar yumuşaktı ki Güzel korkmadı; gerçekten de sonunda başına gelebileceklerden korkmasaydı yolculuktan zevk bile alabilirdi. Babası hâlâ onu geri dönmeye ikna etmeye çalışıyordu ama nafile.
Onlar konuşurken gece çöktü, her yönde harika renkli ışıklar parlamaya başladı ve görkemli havai fişekler önlerinde parladı. Tüm orman onlar tarafından aydınlatıldı ve hatta daha önce acı bir şekilde soğuk olmasına rağmen hoş bir sıcaklık hissetti. Bu durum, ellerinde yanan meşaleler tutan heykellerin bulunduğu portakal ağaçları caddesine ulaşana kadar sürdü ve saraya yaklaştıklarında, sarayın çatıdan yere kadar aydınlatıldığını ve avludan yumuşak bir müzik sesi geldiğini gördüler. “Canavar çok acıkmış olmalı,” dedi Güzel, gülmeye çalışarak, “avının gelişine bu kadar sevindiğine göre.’’
Ama endişesine rağmen, gördüğü tüm o harika şeylere hayran kalmaktan kendini alamadı.
At, terasa çıkan merdivenlerin dibinde durdu ve attan indiklerinde babası onu daha önce bulunduğu küçük odaya götürdü; orada muhteşem bir ateşin yandığını ve masanın lezzetli bir akşam yemeği ile özenle hazırlandığını gördüler.
Tüccar bunun kendileri için hazırlandığını biliyordu ve o kadar çok odadan geçtiği ve Çirkin’e dair hiçbir şey görmediği için artık daha az korkan Güzel, uzun yolculuk onu çok acıktırdığı için yemeğe başlamaya oldukça istekliydi. Ama daha yemeklerini bitirmemişlerdi ki, Çirkin’in ayak sesleri duyuldu. Güzel dehşet içinde babasına sarıldı; babasının ne kadar korktuğunu görünce korkusu daha da arttı. Ama Çirkin gerçekten göründüğünde, onu görünce titremesine rağmen, dehşetini gizlemek için büyük bir çaba sarf etti ve onu saygıyla selamladı.
Bu belli ki Canavar’ın hoşuna gitmişti. Ona baktıktan sonra, kızgın görünmese de en cesur yüreği bile dehşete düşürebilecek bir ses tonuyla şöyle dedi:
“İyi akşamlar, yaşlı adam. İyi akşamlar, Güzelim.”
Tüccar cevap veremeyecek kadar korkmuştu, ama Güzel tatlı tatlı cevap verdi: “İyi akşamlar, Çirkin.”
“Kendi isteğinle mi geldin?” diye sordu Çirkin. “Baban gittiğinde burada kalmaktan memnun olacak mısın?”
Güzel cesurca, kalmaya hazır olduğunu söyledi.
“Senden memnunum,” dedi Çirkin. “Kendi rızanla geldiğine göre kalabilirsin. Sana gelince yaşlı adam,” diye ekledi tüccara dönerek, “yarın gün doğarken yola çıkacaksın. Çanlar çaldığında hemen kalk ve kahvaltını yap, seni eve götürmek için bekleyen atı bulacaksın; ama unutma ki sarayımı bir daha görmeyi asla beklememelisin.”
Sonra Güzel’e dönerek şöyle dedi:
“Babanı yan odaya götür ve kardeşlerinin sahip olmak isteyeceğini düşündüğün her şeyi seçmesinde ona yardım et. Orada iki seyahat sandığı bulacaksın; onları doldurabildiğin kadar doldur. Onlara kendinden bir hatıra olarak çok değerli bir şey göndermelisin.”
Sonra, “Güle güle Güzel, güle güle ihtiyar,” dedikten sonra gitti. Güzel babasının gidişini büyük bir dehşetle düşünmeye başlamış olsa da Çirkin’in emirlerine karşı gelmekten korktu. Her tarafında raflar ve dolaplar olan bir sonraki odaya girdiler. İçerdiği zenginlik karşısında çok şaşırdılar. Bir kraliçeye yakışacak görkemli elbiseler ve onlarla birlikte giyilecek tüm süsler vardı ve Güzel dolapları açtığında, her rafta yığınlar halinde duran muhteşem mücevherler gözlerini kamaştırdı. Kız kardeşleri için büyük bir miktarı seçtikten sonra -çünkü her biri için harika elbiselerden bir yığın yapmıştı- altın dolu son sandığı açtı.
“Sanırım, baba,” dedi, “altın senin için daha yararlı olacağından, diğer şeyleri tekrar çıkarıp sandıkları onunla doldursak daha iyi olur.” Bunu yaptılar ama ne kadar çok koyarlarsa o kadar çok yer varmış gibi görünüyordu ve sonunda çıkardıkları tüm mücevherleri ve elbiseleri geri koydular ve hatta Güzel, bir kerede taşıyabileceği kadar çok mücevher ekledi ama sandıklar yine de çok dolu değildi ama o kadar ağırdı ki bir fil bile onları taşıyamazdı!
“Çirkin bizimle alay ediyor,” diye bağırdı tüccar; “bunları taşıyamayacağımı bildiği için bize veriyormuş gibi yapmış olmalı.”
“Bekleyelim ve görelim,” diye cevap verdi Güzel. “Bizi kandırmak istediğine inanamıyorum. Yapabileceğimiz tek şey onları bağlamak ve hazır halde bırakmak.”
Bunu yaptılar ve küçük odaya döndüklerinde, şaşkınlık içinde kahvaltıyı hazır buldular. Tüccar iştahla yemeğini yedi, çünkü Çirkin’in cömertliği onu belki de yakında geri dönüp Güzel’i görmeyi göze alabileceğine inandırmıştı. Ama Güzel babasının onu sonsuza dek terk edeceğinden emindi, bu yüzden zil ikinci kez keskin bir şekilde çaldığında ve ayrılma zamanlarının geldiği konusunda onları uyardığında çok üzüldü. Avluya indiler, orada iki at bekliyordu, birine hazırladıkları iki sandık yüklenmişti, diğeri de babasının binmesi için hazırlanmıştı. Atlar yola çıkmak için sabırsızlıkla yeri eşeliyorlardı ve tüccar Güzel’e aceleyle veda etmek zorunda kaldı ve atına biner binmez öyle bir hızla uzaklaştı ki, Güzel onu bir anda gözden kaybetti.
Güzel ağlamaya başladı ve üzgün bir şekilde kendi odasına geri döndü. Ama çok geçmeden uykusunun geldiğini fark etti ve yapacak daha iyi bir şeyi olmadığı için uzandı ve hemen uykuya daldı. Rüyasında ağaçlarla çevrili bir derenin kenarında yürüdüğünü ve hüzünlü kaderine ağıt yaktığını gördü. O güne kadar gördüğü herkesten daha yakışıklı olan genç bir prens gelmiş ve doğrudan kalbine giden bir sesle ona şöyle demişti: “Ah, Güzel! Sandığın kadar talihsiz değilsin. Başka yerlerde çektiğin acıların karşılığını burada alacaksın. Her dileğin yerine getirilecek. Sadece her ne kadar kılık değiştirmiş olsam da beni bulmaya çalış, çünkü seni çok seviyorum ve beni mutlu ederek kendi mutluluğunu bulacaksın. Güzel olduğun kadar iyi kalpli de ol, o zaman dileyecek hiçbir şeyimiz kalmaz.”
“Sizi mutlu etmek için ne yapabilirim Prens?” dedi Güzel.
“Sadece minnettar ol,” diye yanıtladı Prens, “ve gözlerine çok fazla güvenme. Ve her şeyden önemlisi, beni bu acımasız sefaletten kurtarana kadar terk etme.”
Bundan sonra kendini bir odada, ona şöyle diyen görkemli ve güzel bir hanımefendinin yanında bulduğunu düşündü:
“Sevgili Güzelim, arkanda bıraktığın hiçbir şey için pişmanlık duymamaya çalış, çünkü senin kaderinde daha iyi bir yazgı var. Sadece görünüşe aldanma.”
Güzel, rüyalarını o kadar ilginç buluyordu ki uyanmak için acele etmedi ama saat on iki kez usulca adını söyleyerek onu uyandırdı. Yavaşça kalktı, tuvalet masasının isteyebileceği her şeyle dolu olduğunu gördü ve işi bittiğinde akşam yemeğinin yan odada hazır bir şekilde onu beklediğini gördü. Ama tek başınayken yemek keyifli değildi ve bu yüzden çok uzun sürmüyordu. Çok geçmeden bir kanepenin köşesine oturdu ve rüyasında gördüğü büyüleyici Prens’i düşünmeye başladı.
“Onu mutlu edebileceğimi söylemişti,” dedi Güzel kendi kendine.
“Öyle görünüyor ki, bu korkunç Canavar onu tutsak tutuyor. Onu nasıl özgür bırakabilirim? Acaba neden ikisi de bana görünüşe güvenmememi söylediler? Bunu anlayamıyorum. Ama sonuçta bu sadece bir rüyaydı, o halde neden kendimi bu konuda sıkıntıya sokayım ki? Gidip kendimi eğlendirecek bir şeyler bulsam iyi olacak.”
Böylece ayağa kalktı ve sarayın odalarından bazılarını keşfetmeye başladı.
İlk girdiği oda aynalarla kaplıydı ve Güzel, her tarafta kendisinin yansımasını gördü ve hiç bu kadar büyüleyici bir oda görmediğini düşündü. Sonra bir avizeden sarkan bir bilezik gözüne çarptı ve onu indirdiğinde, tıpkı rüyasında gördüğü gibi, bilinmeyen hayranının bir portresini taşıdığını görünce çok şaşırdı. Büyük bir zevkle bileziği koluna taktı ve resim galerisine doğru ilerledi. Kısa bir süre sonra aynı yakışıklı Prens’in gerçek gibi büyük ve çok iyi resmedilmiş bir portresini buldu, Prens ona nazikçe gülümsüyor gibiydi. Sonunda kendini portreden ayırarak, müzik aletlerinin bulunduğu bir odaya geçti. Burada uzun bir süre kalarak bazılarını denedi ve yorulana kadar şarkı söyleyerek kendini eğlendirdi. Bir sonraki oda bir kütüphaneydi ve okumak istediği her şeyin yanı sıra okuduğu her şeyin de kütüphanede olduğunu gördü. Ona kitapların isimlerini okumak için bile bütün bir ömür yetmeyecekmiş gibi geldi, o kadar çoktu ki. Bu sırada hava kararmaya başlamıştı ve her odada elmas ve yakut şamdanların içindeki mumlar yanmaya başlamıştı.
Güzel, akşam yemeğinin tam istediği saatte servis edildiğini gördü, ama kendinden başka kimseyi ne görüyor ne de bir ses duyuyordu. Babası onu yalnız kalacağı konusunda uyarmış olmasına rağmen, bunu çoktan oldukça sıkıcı bulmaya başlamıştı.
Ama az sonra Canavar’ın geldiğini duydu ve titreyerek onu şimdi yiyip bitirmek isteyip istemediğini merak etti.
Ancak, Canavar hiç de vahşi görünmüyordu ve sadece kaba bir şekilde şöyle dedi:
“İyi akşamlar, Güzelim,” diye neşeyle cevap verdi ve dehşetini gizlemeyi başardı. Sonra Çirkin ona nasıl zaman geçirdiğini sordu, o da gördüğü bütün odaları tek tek anlattı.
Ona sarayında mutlu olup olamayacağını sordu. Güzel de her şeyin çok güzel olduğunu, eğer böyle mutlu olamayacaksa onu memnun etmenin çok zor olacağını söyledi. Bir saat kadar konuştuktan sonra Güzel, Çirkin’in ilk başta sandığı kadar korkunç olmadığını düşünmeye başladı. Çirkin odadan çıkmak için ayağa kalktı ve sert sesiyle şöyle dedi:
“Beni seviyor musun Güzelim? Benimle evlenir misin?”
“Ah! Ne diyebilirim ki?” diye haykırdı Güzel, çünkü reddederek Çirkin’i kızdırmaktan korkuyordu.
“Korkmadan ‘evet’ ya da ‘hayır’ de,” diye cevap verdi.
“Oh! Hayır, Çirkin,” dedi Güzel aceleyle.
“Madem kabul etmeyeceksin o zaman iyi geceler Güzelim,” dedi.
Güzel de “İyi geceler Çirkin,” diye cevap verdi. Reddetmesinin onu kışkırtmadığını gördüğü için rahatlamıştı. O gittikten sonra yatağına girip uyudu ve rüyasında hiç tanımadığı Prens’ini gördü. Onun gelip kendisine şöyle dediğini sandı:
“Ah, Güzelim! Neden bana karşı bu kadar kabasın? Korkarım kaderimde daha uzun günler mutsuz olmak var.”
Sonra rüyaları değişti, ama hepsinde büyüleyici Prens vardı. Sabah olduğunda ilk düşüncesi portreye bakmak ve Çirkin’in gerçekten ona benzeyip benzemediğini görmek oldu ve kesinlikle benzediğini düşündü.
Sabah bahçede eğlenmeye karar verdi, çünkü güneş parlıyordu. Her yerin ona tanıdık geldiğini görünce şaşırdı ve kısa bir süre sonra Prens’le rüyasında ilk kez karşılaştığı mersin ağaçlarının büyüdüğü dereye geldi. Yorulduğunda saraya geri döndü ve her türlü iş için malzemelerle dolu yeni bir oda buldu; yay yapmak için kurdeleler ve çiçeklere işlemek için ipekler. Sonra nadir bulunan kuşlarla dolu bir kuşhane vardı, o kadar uysaldılar ki Güzel’i görür görmez yanına uçtular, omuzlarına ve başına tünediler.
“Güzel küçük yaratıklar,” dedi, “kafesinizin odama daha yakın olmasını ne kadar isterdim, böylece sık sık şarkı söylediğinizi duyabilirdim!
Böyle söyleyerek başka bir kapıyı açtı ve sarayın diğer tarafında olduğunu düşündüğü kapının kendi odasına çıktığını görünce çok sevindi.
Daha ilerideki bir odada konuşabilen papağanlar ve kakadular vardı ve Güzel’i isimleriyle selamladılar. Gerçekten de onları o kadar eğlenceli buldu ki, bir iki tanesini odasına götürdü. Akşam yemeği boyunca onunla konuştular. Daha sonra Canavar her zamanki gibi onu ziyaret etti ve daha önce olduğu gibi ona yine aynı soruları sordu ve sonra kaba bir “iyi geceler” ile ayrıldı.
Güzel gizemli Prens’ini hayal etmek için yatağa gitti. Günler farklı eğlencelerle hızla geçti ve bir süre sonra Güzel, sarayda yalnız kalmaktan sıkıldığında onu mutlu edecek garip bir şey daha keşfetti. Özellikle fark etmediği bir oda vardı. Pencerelerin her birinin altında çok rahat bir sandalyenin durması dışında boştu. Pencereden ilk kez baktığında, siyah bir perdenin dışarıdaki herhangi bir şeyi görmesini engellediğini düşünmüştü. Ama ikinci kez odaya girdiğinde, yorgun olduğunu fark ederek sandalyelerden birine oturdu. O anda perde kenara çekildi ve önünde çok eğlenceli bir pandomim vardı; danslar, renkli ışıklar, müzik ve güzel elbiseler ve hepsi o kadar neşeliydi ki Güzel kendinden geçti. Bundan sonra sırayla diğer yedi pencereyi de denedi ve her birinden yeni ve şaşırtıcı bir eğlence çıktığını gördü. Böylece Güzel artık kendini yalnız hissetmedi. Her akşam yemekten sonra Çirkin onu görmeye geliyor ve her zaman iyi geceler demeden önce korkunç sesiyle şunu soruyordu:
“Güzelim, benimle evlenir misin?”
Ve şimdi onu daha iyi anlayan Güzel’e öyle geliyordu ki, “Hayır, Çirkin” dediğinde, Çirkin oldukça üzgün bir şekilde uzaklaşıyordu. Ama yakışıklı genç Prens’le ilgili hayalleri kısa sürede ona zavallı Çirkin’i unutturdu. Onu rahatsız eden tek şey, sürekli olarak görünüşe güvenmemesinin, gözlerinin değil kalbinin onu yönlendirmesinin söylenmesi ve ne kadar düşünürse düşünsün anlayamadığı daha pek çok kafa karıştırıcı şeydi.
Böylece her şey uzun bir süre böyle devam etti. Sonunda, ne kadar mutlu olsa da Güzel babasını ve kardeşlerini özlemeye başladı. Bir gece onun çok üzgün göründüğünü gören Çirkin ona sorunun ne olduğunu sordu. Güzel ondan korkmayı tamamen bırakmıştı. Artık onun vahşi görünüşüne ve korkunç sesine rağmen gerçekten nazik biri olduğunu biliyordu. Bu yüzden evini bir kez daha görmeyi özlediğini söyledi. Bunu duyan Çirkin çok üzülmüş ve acıklı bir şekilde ağlamaya başlamıştı.
“Ah! Güzelim, böyle mutsuz bir Canavar’ı terk edecek yüreğin var mı? Seni mutlu etmek için daha ne yapabilirim? Benden nefret ettiğin için mi kaçmak istiyorsun?”
“Hayır, sevgili Çirkin,” diye cevap verdi Güzel yumuşak bir sesle, “senden nefret etmiyorum ve seni bir daha göremeyeceğim için çok üzgünüm, ama babamı tekrar görmeyi çok istiyorum. Sadece iki aylığına gitmeme izin ver, sana geri dönüp hayatımın sonuna kadar kalacağıma söz veriyorum.”
O konuşurken hüzünle iç geçiren Canavar şöyle cevap verdi:
“İstediğin hiçbir şeyi geri çeviremem, bu benim hayatıma mal olsa bile. Kendi odanın yanındaki odada bulacağın dört kutuyu al ve yanına almak istediğin her şeyi o kutulara koy. Ama sözünü unutma ve iki ay dolunca geri gel, yoksa pişmanlık duyabilirsin, çünkü zamanında gelmezsen sadık Canavarını ölmüş bulacaksın. Seni geri getirecek bir arabaya ihtiyacın olmayacak. Sadece gitmeden önceki gece tüm kardeşlerinle vedalaş ve yatağa girdiğinde bu yüzüğü parmağında döndür ve kararlı bir şekilde şöyle de: ‘Sarayıma geri dönmek ve Canavar’ımı tekrar görmek istiyorum. İyi geceler, Güzelim. Hiçbir şeyden korkma, huzur içinde uyu, merak etme çok geçmeden babanı bir kez daha göreceksin.”
Güzel yalnız kalır kalmaz, çevresinde gördüğü tüm nadir ve değerli şeyleri kutulara doldurmak için acele etti, içine bir şeyler yığmaktan yorulduğunda kutular zaten dolmuş gibi görünüyordu.
Sonra yatağa gitti ama sevinçten uyuyamadı. Sonunda sevgili Prensini rüyasında görmeye başladığında, onu çimenli bir bankın üzerine uzanmış, üzgün ve yorgun ve neredeyse kendisi gibi gördüğü için kederlendi.
“Sorun nedir?” diye bağırdı.
Prens ona sitemle baktı ve şöyle dedi:
“Bunu bana nasıl sorarsın, zalim? Belki de beni ölüme terk ediyorsun!”
“Ah! Bu kadar üzülme,” diye bağırdı Güzel “Ben sadece babamı güvende ve mutlu olduğuma ikna etmeye gidiyorum. Çirkin’e geri döneceğime dair sadakatle söz verdim ve sözümü tutmazsam kederden ölür!”
“Bunun senin için ne önemi var ki?” dedi Prens, “Herhalde umurunda olmazdı?”
“Böylesine nazik bir Canavar’ı umursamazsam nankörlük etmiş olurum,” diye bağırdı Güzel öfkeyle. “Onu acıdan kurtarmak için ölürüm. Sizi temin ederim ki bu kadar çirkin olması onun suçu değil.”
Tam o sırada garip bir ses onu uyandırdı; çok uzakta olmayan biri konuşuyordu. Gözlerini açtığında kendini daha önce hiç görmediği bir odada buldu. Bu oda kesinlikle Canavar’ın sarayında alışık olduğu kadar görkemli değildi. Nerede olabilirdi ki? Kalkıp aceleyle giyindi ve bir gece önce paketlediği kutuların odada olduğunu gördü. Canavar’ın onları ve kendisini hangi sihirle bu garip yere taşıdığını merak ederken birden babasının sesini duydu ve dışarı fırlayıp onu sevinçle karşıladı. Erkek ve kız kardeşlerinin hepsi onu tekrar görmeyi hiç beklemedikleri için görünüşüne şaşırmışlardı ve ona sordukları soruların sonu yoktu. Ayrıca o yokken başlarına gelenler ve babasının eve dönüş yolculuğu hakkında duymak istediği çok şey vardı. Ama onun sadece kısa bir süreliğine onlarla birlikte olmak için geldiğini ve sonra sonsuza dek Çirkin’in sarayına geri dönmesi gerektiğini duyduklarında, yüksek sesle ağıt yaktılar. Sonra Güzel babasına, gördüğü garip rüyaların anlamının ne olabileceğini ve Prens’in neden sürekli olarak görünüşe güvenmemesi için yalvardığını sordu. Babası uzun uzun düşündükten sonra cevap verdi: ” Ne kadar korkunç olursa olsun Çirkin’in seni çok sevdiğini ve kibarlığı ve nezaketi için sevgini ve minnettarlığını hak ettiğini bana kendin söylüyorsun. Sanırım Prens, çirkinliğine rağmen senden istediği şeyi yaparak onu ödüllendirmen gerektiğini anlamanı istiyor olmalı.”
Güzel, bunun çok olası göründüğünü görmekten kendini alamadı. Yine de çok yakışıklı olan sevgili Prensini düşündüğünde, Çirkin’le evlenmeye hiç de istekli hissetmedi. Ne olursa olsun, iki ay boyunca karar vermesine gerek yoktu, kız kardeşleriyle birlikte eğlenebilirdi. Ama artık zengin olmalarına, yine şehirde yaşamalarına ve pek çok tanıdıkları olmasına rağmen, Güzel hiçbir şeyin onu eğlendirmediğini fark etti. Sık sık çok mutlu olduğu sarayı düşündü. Özellikle de evde sevgili Prensini bir kez bile hayal etmediği ve onsuz oldukça üzgün hissettiği için.
Kız kardeşleri onsuzluğa alışmış gibiydiler. Hatta onu daha çok ayak bağı olarak görüyorlardı. Bu yüzden iki ay bittiğinde üzülmeyecekti ama babası ve kardeşleri kalması için yalvardılar ve ayrılma düşüncesi onu öylesine kederlendirdi ki onlara veda etmeye bile cesaret edemedi. Her gün kalktığında bunu gece söylemek istiyordu ve gece olduğunda bunu tekrar erteliyordu. Sonunda karar vermesine yardımcı olan kasvetli bir rüya gördü. Saray bahçelerinde ıssız bir patikada dolaştığını sanıyordu ki, bir mağaranın girişini gizleyen çalılardan geliyormuş gibi görünen iniltiler duydu ve sorunun ne olabileceğini görmek için hızla koştuğunda, Canavar’ı yan yatmış, görünüşe göre ölmek üzereyken buldu. Canavar, üzüntüsünün nedeni olduğu için belli belirsiz ona sitem ediyordu. Aynı anda görkemli bir hanımefendi belirdi ve çok ciddi bir şekilde şöyle dedi:
“Ah! Güzelim, onun hayatını kurtarmak için tam zamanında geldin. İnsanlar sözlerini tutmadıkları zaman neler olduğunu görüyorsunuz! Eğer bir gün daha gecikseydin, onu ölü bulacaktın.”
Güzel bu rüyadan öylesine dehşete düşmüştü ki, ertesi sabah hemen geri dönme niyetini açıkladı ve o gece babasına ve tüm kardeşlerine veda etti. Yatağına yatar yatmaz yüzüğünü parmağında çevirdi ve kendisine söylendiği gibi kararlı bir şekilde, “Sarayıma geri dönmek ve Canavar’ımı tekrar görmek istiyorum,” dedi.
Sonra hemen uykuya daldı ve ancak saatin müzikal sesiyle on iki kez “Güzel, Güzel” dediğini duyunca uyandı, bu da ona bir kez daha gerçekten sarayda olduğunu söylüyordu. Her şey eskisi gibiydi ve kuşları onu gördüklerine çok sevinmişlerdi! Ama Güzel, hiç bu kadar uzun bir gün yaşamadığını düşünüyordu, çünkü Çirkin’i tekrar görmek için o kadar sabırsızlanıyordu ki, sanki akşam yemeği hiç gelmeyecekmiş gibi hissediyordu.
Ama akşam olduğunda ve Çirkin görünmediğinde gerçekten korktu. Bu yüzden uzun süre bekledikten sonra onu aramak için bahçeye koştu. Patikalarda ve caddelerde bir aşağı bir yukarı koşan zavallı Güzel, ona boşuna seslendi, çünkü kimse cevap vermiyordu ve ondan bir iz bile bulamadı. Sonunda oldukça yorulmuştu, bir dakika dinlenmek için durdu ve rüyasında gördüğü gölgeli yolun karşısında olduğunu gördü. Hızla aşağıya indi ve mağara oradaydı ve Güzel’in düşündüğü gibi mağaranın içinde yerde Çirkin yatıyordu. Onu bulduğuna çok sevinerek koştu ve başını okşadı. Ancak bir süre sonra dehşete kapıldı çünkü Çirkin ne kımıldıyor ne de gözlerini açıyordu.
“Ah! Öldü işte ve hepsi benim suçum,” dedi Güzel, acı acı ağlayarak.
Ama sonra ona tekrar baktığında hâlâ nefes aldığını fark etti ve hemen yakınındaki çeşmeden biraz su alıp yüzüne serpti. Canavar büyük bir sevinçle canlanmaya başladı.
“Ah! Canavar, beni ne kadar korkuttun!” diye bağırdı. “Şu ana kadar seni ne kadar sevdiğimi hiç bilmiyordum, hayatını kurtarmak için çok geç kaldığımdan korkuyordum.”
“Benim gibi çirkin bir yaratığı gerçekten sevebilir misin?” dedi Çirkin belli belirsiz. “Ah! Güzelim, sen tam zamanında geldin. Verdiğin sözü unuttuğunu sandığım için ölüyordum. Şimdi geri dön ve dinlen, seni tekrar göreceğim.”
Kendisine kızacağını bekleyen Güzel, onun yumuşak sesiyle rahatladı ve akşam yemeğinin onu beklediği saraya geri döndü. Daha sonra Çirkin her zamanki gibi içeri girdi ve babasıyla geçirdiği zaman hakkında konuştu, eğlenip eğlenmediğini ve herkesin onu görmekten memnun olup olmadığını sordu.
Güzel kibarca cevap verdi ve başına gelen her şeyi ona anlatmaktan oldukça keyif aldı. Sonunda gitme vakti geldiğinde, daha önce de sık sık sorduğu gibi, “Güzelim, benimle evlenir misin?” diye sordu.
Kız usulca cevap vermiş, “Evet, sevgili Canavar.”
O konuşurken sarayın pencerelerinin önünde bir ışık patlaması oldu; havai fişekler çatırdadı ve silahlar patladı ve portakal ağaçlarının caddesi boyunca, hepsi ateş sineklerinden yapılmış harflerle şöyle yazıyordu “Çok yaşa Prens ve Gelini.”
Bütün bunların ne anlama gelebileceğini sormak için Çirkin’e dönen Güzel, onun ortadan kaybolduğunu ve yerinde çok sevdiği Prens’inin durduğunu gördü! Aynı anda terastan bir arabanın tekerlek sesleri duyuldu ve odaya iki kadın girdi. Bunlardan biri Güzel’in rüyalarında gördüğü görkemli hanımefendiydi; diğeri de o kadar görkemli bir kraliçeydi ki Güzel önce hangisini selamlayacağını bilemedi.
Ama zaten tanıdığı kişi arkadaşına şöyle dedi:
“Evet Kraliçe, bu oğlunuzu korkunç büyüden kurtarma cesaretini gösteren Güzel. Birbirlerini seviyorlar ve onları tamamen mutlu etmek için sadece sizin evliliklerine rıza göstermeniz gerekiyor.”
“Tüm kalbimle rıza gösteriyorum,” diye haykırdı Kraliçe. “Sevgili oğlumu doğal formuna kavuşturduğun için sana ne kadar teşekkür etsem azdır, büyüleyici kız.”
Sonra da o sırada Peri’yi selamlayan ve onun tebriklerini kabul eden Güzel ve Prens’i şefkatle kucakladı.
“Şimdi,” dedi Peri Güzel’e, “sanırım düğününüzde dans etmeleri için tüm kardeşlerinizi çağırmamı istersiniz?”
Öyle de yaptı ve evlilik ertesi gün büyük bir ihtişamla kutlandı ve Güzel ile Prens sonsuza dek mutlu yaşadılar.
Bu masaldan alınacak dersler:
- Dış görünüş, kişinin iç güzelliğinin önüne asla geçemez.
- Kişilik, karakter ve davranışlar, bir insanın gerçek güzelliğini yansıtır.
- İnsanlar hatalar yapar ve herkesin kendine özgü bir hikayesi vardır. Bu nedenle, insanlara karşı anlayışlı ve hoşgörülü olmalıyız.
- Kendimize güven duymalıyız. Kendine güvenen insanlar, kendi yeteneklerine ve diğer insanlara saygı duyarlar.
- Dürüstlük ve sadakat, ilişkilerimizin temelini oluşturur.
- İlk izlenimler yanıltıcı olabilir. İnsanların gerçek kişiliklerini ve karakterlerini tanıyabilmek için zaman ve anlayış gerekir.
- Aile sevgisi ve aidiyet duygusu, insanlar için önemli bir psikolojik ihtiyaçtır.
- Sevgi, insanlar arasındaki en güçlü bağlardan biridir. Sevgi, ayrılıkları ve zorlukları aşmamıza yardımcı olabilir.