
Çin’in orta kesimindeki Hunan Eyaleti’nin dağlarında, bir zamanlar küçük bir köyde sadece bir çocuğu olan zengin bir bey yaşarmış. Bu kız, tıpkı Büyük Çan öyküsündeki Kwan-yu’nun kızı gibi, babasının hayatının neşesiymiş.
Şimdi Bay Min, bu beyefendinin adı buydu, tüm bölgede öğrenimi ile ünlüydü ve aynı zamanda çok fazla mülkün sahibi olduğu için, Hanımeli’ne bilgelerin bilgeliğini öğretmek ve ona istediği her şeyi vermek için hiçbir masraftan kaçınmadı. Elbette bu, çoğu çocuğu şımartmak için yeterliydi, ama Hanımeli diğer çocuklara hiç benzemiyordu. Adını aldığı çiçek kadar tatlıydı, babasının her sözünü dinler ve ikinci kez söylenmesini bile beklemeden itaat ederdi.
Babası sık sık onun için her türden ve şekilden uçurtmalar alırdı. Balıklar, kuşlar, kelebekler, kertenkeleler ve birinin kuyruğu otuz metreden uzun olan dev ejderhalar vardı. Bay Min, küçük Hanımeli için bu uçurtmaları uçurmakta çok becerikliydi ve kuşları ve kelebekleri havada o kadar doğal bir şekilde dönüp duruyordu ki, neredeyse her küçük batılı çocuk aldanır ve “Bu gerçek bir kuş, uçurtma değil!” derdi. Sonra yine, elini bir o yana bir bu yana salladıkça bir tür uğultu çıkaran tuhaf küçük bir aleti ipe bağlardı. “Rüzgâr şarkı söylüyor, baba,” diye bağırdı Hanımeli, sevinçle ellerini çırparak; “ikimize de uçurtma şarkısı söylüyor.” Bazen Bay Min, küçük sevgilisi en ufak bir yaramazlık yaptığında ona bir ders vermek için, en sevdiği uçurtmanın ipine, üzerinde Çince sözcükler yazılı tuhaf bir şekilde bükülmüş kâğıt parçaları bağlardı.
“Ne yapıyorsun baba?” diye sorardı Hanımeli. “Bu tuhaf görünümlü kağıtlar ne olabilir?”
“Her parçada işlediğimiz bir günah yazıyor.”

“Günah nedir, baba?”
“Ah, Hanımeli yaramazlık yaptığında; işte bu bir günahtır!” diye yanıtladı nazikçe. “Yaşlı bakıcın seni azarlamaktan korkuyor ve eğer iyi bir kadın olarak büyümek istiyorsan, baban sana neyin doğru olduğunu öğretmeli.”
Sonra Bay Min uçurtmayı evin tepesinden, hatta yamaçtaki yüksek Pagoda’dan bile daha yükseğe gönderirdi. Tüm ipi bıraktığında, iki sivri taş alır ve onları Hanımeli’ne uzatarak, “Şimdi kızım, ipi kes ve rüzgâr kâğıt parçalarında yazılı olan günahları alıp götürsün” derdi.
“Ama baba, uçurtma çok güzel. Günahlarımızı biraz daha saklayamaz mıyız?” diye masumca sorardı Hanımeli.
Babası “Hayır, çocuğum; günahlara tutunmak tehlikelidir. Erdem mutluluğun temelidir,” diye sertçe cevap verir, kızın sorusu karşısında kahkahalarını bastırırdı. “Acele et ve kordonu kes.”
Böylece her zaman itaatkâr olan Hanımeli -en azından babasına karşı- ipi sivri taşların arasından ikiye ayırır ve çocukça bir çaresizlik çığlığıyla rüzgârın savurduğu en sevdiği uçurtmanın gittikçe uzaklaşmasını izlerdi, ta ki sonunda gözlerini zorlayarak uzak bir çayırda yavaşça yere battığını görene kadar.
“Şimdi gül ve mutlu ol,” derdi Bay Min, “çünkü bütün günahların yok oldu. Yeni günahlar edinmemeye dikkat et.”
Hanımeli ayrıca Punch ve Judy gösterisini izlemeyi de çok severdi, çünkü bilmelisiniz ki, çocuklar için bu eski moda eğlence, büyük büyükbabanız doğmadan belki de üç bin yıl önce Çin’deki küçük insanlar tarafından beğeniliyordu. Hatta büyük İmparator Mu’nun, dans eden bu küçük gölgeleri ilk kez gördüğünde, içlerinden birinin en sevdiği karısıyla göz göze geldiğini görünce çok öfkelendiği söylenir. İmparator, Göstericinin öldürülmesini emretmiş ve zavallı adam Majestelerini dans eden kuklaların aslında canlı olmadıklarına, sadece bez ve kilden yapılmış görüntüler olduklarına zorlukla ikna etmiş.
O zaman eğer Cennetin Oğlu’nun kendisi de onların tuhaf maskaralıklarına aldanıp onları etten kemikten gerçek insanlar sanmışsa, Hanımeli’nin Punch ve Judy’yi görmekten hoşlanmasına şaşmamalı.
Ama hikayemize devam etmeliyiz, yoksa bazı okuyucularımız “Ama Dr. Köpek nerede? Bu masalın kahramanına hiç gelmeyecek misiniz?” der.
Bir gün Hanımeli, küçük bir balık havuzuna bakan gölgeli bir çardakta otururken, aniden şiddetli bir kolik krizine yakalanmış. Acıdan çılgına dönerek bir hizmetçiye babasını çağırmasını söylemiş ve daha fazla uzatmadan baygınlık geçirerek yere yığılmış.

Bay Min kızının yanına ulaştığında, kızı hâlâ baygındı. Aile hekimini acilen çağırdıktan sonra kızını yatağa yatırdı, ancak baygınlık nöbetinden kurtulmasına rağmen, zavallı kız yorgunluktan neredeyse ölene kadar ağrıları devam etti.
Bilgili doktor gelip devasa gözlüklerinin altından kıza baktığında, sorunun nedenini bulamamış. Bununla birlikte, bazı batılı tıp adamlarımız gibi, cehaletini itiraf etmemiş, ancak bir süre sonra toz haline getirilmiş geyik boynuzu ve kurutulmuş kurbağa derisi karışımı ile takip edilecek olan büyük bir doz kaynar su reçetesi yazmaya devam etmişti.

Zavallı Hanımeli üç gün boyunca acı içinde yattı, uykusuzluktan gittikçe zayıflıyordu. Bölgedeki tüm büyük doktorlar konsültasyon için çağrılmıştı; eyaletin baş şehri Changsha’dan iki doktor gelmişti ama hiçbiri fayda etmemişti. Bu, en bilgili hekimlerin bile gücünün ötesinde görünen vakalardan biriydi. Çaresiz babanın önerdiği büyük ödülü alabilmek umuduyla bu bilge adamlar Çin Tıp Ansiklopedisi’ni baştan sona tarayarak mutsuz genç kızı tedavi edebilecek bir yöntem bulmaya çalıştılar. Hatta uzak bir şehirde bulunan ve gerçekleştirdiği bazı harikulade tedaviler nedeniyle şeytanla doğrudan iş birliği içinde olduğu düşünülen İngiltere’den yabancı bir hekimi çağırmayı bile düşündüler. Ancak kentin hâkimi, halk arasında sorun çıkmasından korktuğu için Bay Min’in bu yabancıyı çağırmasına izin vermedi.
Bay Min her tarafa bir bildiri göndererek kızının hastalığını anlattı ve ona yüklü bir çeyiz vermeyi ve onu sağlığına ve mutluluğuna kavuşturacak kişiyle evlendirmeyi teklif etti. Daha sonra kızının başucuna oturdu ve elinden gelen her şeyi yaptığını düşünerek bekledi. Davetine pek çok yanıt geldi. Yaşlı ve genç hekimler, yeteneklerini denemek için İmparatorluğun her yerinden geldiler ve zavallı Hanımeli’ni ve babasının düğün hediyesi olarak sunduğu devasa gümüş ayakkabı yığınını gördüklerinde, hepsi de onun yaşaması için var güçleriyle savaştılar; bazıları onun muhteşem güzelliği ve mükemmel şöhretinden, diğerleri ise muazzam ödülden etkilenmişti.

Ama ne yazık ki zavallı Hanımeli’yi tüm o bilge adamların hiçbiri iyileştiremedi! Bir gün, iyiye doğru hafif bir değişim hissettiğinde, babasını çağırdı ve küçücük eliyle onun elini sıkarak şöyle dedi: “Eğer senin sevgin olmasaydı, bu zorlu mücadeleyi bırakır ve karanlık ormana geçerdim; ya da yaşlı büyükannemin dediği gibi, Batı Göklerine uçardım. Senin hatırın için, tek çocuğun olduğum için ve özellikle de oğlun olmadığı için, yaşamak için çok mücadele ettim, ama şimdi o korkunç acının bir sonraki saldırısının beni alıp götüreceğini hissediyorum. Ve ah, ölmek istemiyorum!”
Hanımeli kalbi parçalanacakmış gibi ağladı ve yaşlı babası da ağladı.

Tam o sırada yüzü solgunlaşmaya başladı. “Geliyor! Acı yaklaşıyor, baba! Çok yakında artık olmayacağım. Güle güle baba! Güle güle; iyi–.” Burada sesi kesildi ve büyük bir hıçkırık neredeyse babasının kalbini parçalıyordu. Başucundan uzaklaştı; onun acı çektiğini görmeye dayanamıyordu. Dışarı çıktı ve kaba bir banka oturdu; başı göğsüne düştü ve büyük tuzlu gözyaşları uzun gri sakalından aşağı damladı.

Bay Min böyle kederle otururken, bir inilti duyup irkildi. Başını kaldırdığında, şaşkınlıkla, Newfoundland büyüklüğünde tüylü bir dağ köpeği gördü. Devasa hayvan yaşlı adamın gözlerinin içine öylesine zeki ve insani bir ifadeyle, öylesine hüzünlü ve kederli bir bakışla baktı ki, aksakal ona şöyle seslendi: “Neden geldin? Kızımı iyileştirmek için mi?”
Köpek üç kısa havlamayla cevap verdi, kuyruğunu şiddetle salladı ve kızın yattığı odaya açılan yarı açık kapıya doğru döndü.
Bu sırada, kızını hayata döndürmek için her türlü şansı denemeye istekli olan Bay Min, hayvana kendisini Hanımeli’nin dairesine kadar takip etmesini söyledi. Ön ayaklarını kızın yatağının kenarına koyan köpek, önündeki bitkin forma uzun uzun baktı ve kulağını bir süre dikkatle kızın kalbinin üzerinde tuttu. Sonra hafif bir öksürükle ağzından küçük bir taşı kızın eline bıraktı. Sağ pençesiyle kızın bileğine dokunarak taşı yutmasını işaret etti.
“Evet, canım, ona itaat et,” diye öğüt verdi babası, kız merakla ona döndüğünde, “çünkü iyi kalpli Dr. Köpek, hastalığını duyan ve seni tekrar hayata davet etmek isteyen dağ perileri tarafından başucuna gönderildi.”
Bu sırada ateşten neredeyse yanmak üzere olan hasta kız daha fazla gecikmeden elini dudaklarına götürdü ve küçük tılsımı yuttu. Mucizelerin mucizesi! Tılsım dudaklarından geçer geçmez bir mucize gerçekleşti. Yüzündeki kızarıklık geçti, nabzı normal atışlarına geri döndü, ağrıları vücudundan uzaklaştı ve yataktan iyi ve gülümseyerek kalktı.

Kollarını babasının boynuna atarak sevinçle haykırdı: “Oh, yeniden iyiyim, iyi hekimin ilacı sayesinde sağlıklı ve mutluyum.”
Soylu köpek, bu gözyaşlarıyla dolu minnettarlık sözlerini duyunca sevinçten çılgına dönerek üç kez havladı, eğildi ve burnunu Hanımeli’nin uzattığı eline dayadı.
Kızının mucizevi bir şekilde iyileşmesinden çok etkilenen Bay Min, garip hekime dönerek, “Asil Beyefendi, bilinmeyen bir nedenden dolayı aldığınız şekil olmasaydı, kızın tedavisi için söz verdiğim gümüş miktarının dört katını size seve seve verirdim. Ama unutmayın ki biz yaşadığımız sürece sahip olduğumuz her şey sizindir ve sizden ricam ziyaretinizi uzatmanız, burayı yaşlılığınızın evi haline getirmeniz, kısacası burada sonsuza dek misafirim olmanız, hatta ailemin bir üyesi olarak kalmanızdır.”
Köpek sanki onaylıyormuş gibi üç kez havladı. O günden sonra baba ve kızı tarafından eşit muamele gördü. Birçok hizmetçiye onun en ufak kaprisine itaat etmeleri, ona piyasadaki en pahalı yiyecekleri sunmaları, onu dünyanın en mutlu ve en iyi beslenen köpeği yapmak için hiçbir masraftan kaçınmamaları emredildi. Hanımeli günler boyunca bahçesinde çiçek toplarken onun yanında koştu, dinlenirken kapısının önüne uzandı, hizmetçiler tarafından şehre taşınırken koltuğunu korudu. Kısacası, sürekli yol arkadaşıydılar; bir yabancı onların çocukluktan beri arkadaş olduklarını düşünebilirdi.

Ancak bir gün, tam da babasının yerleşkesinin dışındaki bir yolculuktan dönerlerken, devasa hayvan, Hanımeli’nin sandalyesinden indiği bir anda, bir an bile uyarmadan, görevlilerin yanından fırladı, güzel sahibesini ağzına aldı ve kimse onu durduramadan, onu dağlara doğru sürükledi. Alarm verildiğinde vadiye karanlık çökmüştü ve gece bulutlu olduğu için köpeğin ve güzel yükünün izine rastlanamadı.
Çılgına dönen baba kızını kurtarmak için bir kez daha taş üstünde taş bırakmadı. Büyük ödüller teklif edildi, ormancı grupları dağları tepeleri didik didik aradı ama ne yazık ki kızdan hiçbir iz bulunamadı! Talihsiz baba aramaktan vazgeçti ve kendini ölüme hazırlamaya başladı. Artık hayatta önemsediği hiçbir şey kalmamıştı; ölen kızını düşünmekten başka hiçbir şey. Hanımeli sonsuza dek gitmişti.
“Eyvah!” dedi, umutsuzluğa düşmüş ünlü bir şairin dizelerinden alıntı yaparak:
“Beyaz saçlarım sonsuz bir ip olurdu,
Yine de kederimin derinliğini ölçemezdi.”
Aradan birkaç uzun yıl geçti; yaşlanan adam için keder dolu yıllar, ölen kızının özlemiyle yanıp tutuştuğu yıllar. Güzel bir Ekim günü, sevgili kızıyla sık sık oturduğu köşkte oturuyordu. Başı göğsünde öne eğikti, alnı kederle kaplanmıştı. Bir yaprak hışırtısı dikkatini çekti. Yukarı baktı. Tam karşısında Dr. Köpek duruyordu ve sırtına binmiş, hayvanın tüylü tüylerine tutunmuş, uzun zamandır kayıp olan kızı Hanımeli vardı; hemen yanında ise o güne kadar gördüğü en yakışıklı üç oğlan duruyordu!

“Ah, kızım! Sevgili kızım, bunca yıldır neredeydin?” diye haykırdı sevinçli baba, kızını ağrıyan göğsüne bastırarak. “Seni aniden alıp götürdüklerinden beri çok mu acı çektin? Hayatın kederle mi doldu?”

“Sadece senin kederini düşününce,” diye cevap verdi kız şefkatle, ince parmaklarıyla onun alnını okşayarak; “sadece senin acılarını düşününce; sadece seni her gün görmek ve kocamın bana karşı ne kadar nazik ve iyi olduğunu söylemek istediğimi düşününce. Bilmelisin ki sevgili babacığım, bu senin yanında duran sıradan bir hayvan değil. Beni iyileştiren ve senin sözün sayesinde beni gelini olarak kabul eden bu Dr. Köpek büyük bir sihirbaz. İstediği zaman kendini binlerce şekle sokabilir. Uzaktaki sarayının sırrına kimse eremesin diye buraya bir dağ hayvanı kılığında gelmeyi tercih etti.”
“O zaman o senin kocan mı?” diye bocaladı yaşlı adam, buruşuk yüzünde yeni bir ifadeyle hayvana bakarken.
“Evet; benim nazik ve asil kocam, üç oğlumun babası, sana ziyarete getirdiğimiz torunlarınız.”
“Peki nerede yaşıyorsunuz?”

“Büyük dağların kalbinde harika bir mağarada; duvarları ve zemini kristallerle ve pırıl pırıl mücevherlerle kaplı güzel bir mağara. Sandalyeler ve masalar mücevherlerle süslü; odalar binlerce pırıltılı elmasla aydınlatılıyor. Cennetin Oğlu’nun sarayından bile daha güzel! Yaban geyiklerinin ve dağ keçilerinin etiyle besleniyoruz ve en berrak dağ deresinden balık tutuyoruz. Altın kadehlerden önce kaynatmadan soğuk su içiyoruz, çünkü o saflığın ta kendisi. Çam ve baldıran ormanlarından esen güzel kokulu havayı soluruz. Sadece birbirimizi ve çocuklarımızı sevmek için yaşıyoruz ve oh, çok mutluyuz! Ve sen, baba, bizimle birlikte yüce dağlara geri dönmeli ve orada bizimle birlikte yaşamalısın, ki tanrıların izniyle bu çok uzun bir süre olabilir.”
Yaşlı adam kızını bir kez daha göğsüne bastırdı ve daha önce hiç görmedikleri bir büyükbabayı keşfettikleri için sevinçle üzerine atlayan torunlarını okşadı.
Söylendiğine göre, Dr. Köpek ve güzel Hanımeli’nden, bugün bile Kanton ve Hunan eyaletlerinin dağlık bölgelerinde yaşayan ve Yus adı verilen ünlü insan ırkı türemiştir. Ancak hikâyeyi burada anlatmamızın nedeni bu değil, her okuyucunun hasta bir kızı iyileştiren ve onu gelini olarak kazanan köpeğin sırrını öğrenmek isteyeceğinden emin olduğumuz içindir.